Aşağıdaki röportaj Devani Dilek Yıldız ile yapılmış ve Pozitif Dergisi'nin 2013 yılı Şubat sayısında yayınlanmıştır.
Sevgiyi Öğrenme Enstitüsü, batılı yaklaşımla doğunun bilgeliğini birleştirerek, içindeki yaralı çocuğu kabul edip kucaklamak ve yola önce kendini, sonra diğerlerini gerçekten severek devam etmek isteyenlere rehberlik ediyor.
Yazı: Yaprak ÇETİNKAYA
Yaşımız ilerledikçe hayatımızdaki tekrarları fark ediyor, aşamadığımız engelleri görür hale geliyor ve “Peki ben şimdi ne yapacağım?” diyoruz. Birçok yol var seçilebilecek… Onlardan biri de Krishnananda ve Amana çiftinin kurduğu Learning Love Institute (Sevgiyi Öğrenme Enstitüsü). ABD merkezli bu enstitüde yetişen eğitimciler dünyanın dört bir yanında kendini yeniden tanımak isteyenlere ulaşıyor. Bugüne kadar milyonlarca insana dokunan, tam 13 ülkede yayınlanmış dört kitap hazırlayan çiftten eğitimler alan ve enstitünün Türkiye’deki yetkili tek terapisti ve eğitmeni olan Dilek Yıldız ile beraberdik. Evine konuk olduğumuz Yıldız ile insanın kendisini sevmekten nasıl vazgeçtiğini konuşmakla başladık ve nasıl iyileşeceğimize doğru bir yolculuk yaptık.
Learning Love Institute nasıl bir oluşum? Krishnananda ve Amana neyi öğretmek istiyorlar?
Learning Love Institute, Krishnananda (Dr. Thomas Trobe) ve Amana Trobe tarafından kurulmuş, birçok ülkede, kişiye kendisi ve başkalarıyla daha derin, kalıcı ve yakın ilişki kurmayı öğreten, çocukluk yaralarımızı, geçmiş kalıplarımızı iyileştirmeye yönelik “Sevgiyi Öğrenme” adlı seminerler, eğitimler düzenleyen Arizona merkezli bir enstitü… Enstitünün temel işlevi, kişiye kendi içindeki en temel güven hissine yeniden bağlanabilmesi için yardım etmek ve derin, sürdürülebilir yakınlık oluşturabilme sanatını öğrenmesi için destek vermek. İlişkiler konusunda bu iki isim dünyanın en iyileri olarak anılıyor.
Bu yolu seçme hikayelerini anlatır mısınız?
Krishnananda, Harvard ve Kaliforniya üniversiteleri mezunu, “dünyanın parlak çocuğu” diye anılan bir psikiyatr iken yaşamında korkunun ne kadar temel bir etken olduğunu fark ediyor. Yaşamına bakınca sanki her şeyin korkularla baş etmek üzerine kurulu olduğunu görüyor; yaratıcılığını ortaya koyamama, kaybetme, cezalandırılma, eleştirilme, yargılanma, reddedilme, yalnız kalma, başarısız olma, yakınlaşma, yüzleşme, kontrolü yitirme korkusu gibi. Korkularından kurtulmak için dünyadaki pek çok farklı yöntemi deniyor. Kararlılıkla ve iradesini kullanarak, korkunun onu alt etmemesi üzerine kurulu bir hayat oluşturuyor önce. Ancak fark ediyor ki bu yöntemlerin hiçbiri kendisine ve başkalarına yakınlaşmaya yardım etmiyor. Bir süre sonra bu arayış onu doğu felsefelerine götürüyor ve en sonunda da Hindistan’a ve Osho’nun bilgeliğine… Sonunda aldığı tüm batı eğitimleri ve seminerleri ile doğudaki bilgeliği birleştirip hayatı tam anlamıyla yaşamak, korkularımızı kucaklayarak, onları kabule ve hissetmeye izin vererek yola devam edebilmenin bizi sevgiye açan anahtar olduğunu görüyor.
Amana ile yolları nasıl kesişiyor?
Amana’nın da benzer bir hikayesi var. Kendi çocukluk korkuları ve şartlanmalarının o da farkında; terapist olarak dünyadaki pek çok yöntemin uygulayıcısı olarak çalışıyor ve yolculuğunda o da Osho’yu tanıyınca meditasyonun en temel yol olduğunu görüyor. Krish’le birlikte “Sevmeyi Öğrenme” işini tüm dünyaya öğretmeye başlıyorlar. Amana’nın katılımıyla çalışma daha derin bir yola giriyor. Bugüne kadar bu konularda birlikte yazdıkları, 13’ten fazla ülkede basılmış dört kitapları var ve sanırım yeni bir tanesi de yolda.
İnsanın kendini sevmesi neden bu kadar önemli ve bundan ne zaman, nasıl vazgeçiyoruz?
Kendimizi sevmek neden önemli olmasın? Bu hayat bana bu bedenle, bu özle ve bu ruhla veriliyor. Her birimizin parmak izi gibi, göz bebeği bile farklı ve her birimiz eşsiziz. Böyle bir başka varlık dünyada mevcut değil ve bir daha da gelmeyecek. Çoğu zaman bunun farkında bile değiliz. Kendimizi sevmekten nasıl mı vazgeçiyoruz? Örneğin bir çocuğun annesi tarafından her zaman sevildiğini, kabul edildiğini, onun için orada olduğunu hissetmeye ihtiyacı var. Bu her çocuk için temel ihtiyaç ama anne kendi yaraları nedeniyle, sevilmek hiç deneyimlemediği bir şey olduğu için ya da vakti olmadığı için çocuğun bu ihtiyaçlarını belirli bir anda karşılayamazsa, bedenen orada olsa da çocuk enerjetik olarak annenin varlığını orada hissedemezse derinde bir yerde bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyor. Bir annesine bakıyor, bir kendine… Sonra bu yanlış tanımını kendine yönlendiriyor. “Bende bir şeyler yanlış olmalı ki yeterince sevilmiyorum”, “Ben sevilmeye değer değilim”, “Benim için orada olunmasına değer değilim” gibi kendine dair bozulmuş gerçeklik algıları oluşturuyor. Aynı zamanda bir aile dizimi terapisti olarak bunun ailemize sadakat olduğunu da söyleyebilirim. İnsan yavrusu dünyadaki en muhtaç yavru… O yüzden çocuğun anne ve babasına ait olduğunu hissetmeye ihtiyacı var ve eğer o ilişkide bir hata varsa çocuk, “Bu hata bende olmalı” diye düşünüyor. Başka bir örnekte, babasından şiddet gören bir çocukta sevgiye güvensizlik oluşuyor çünkü sevdiği kişiden şiddet görmek çocuk için çok kafa karıştırıcı. Böyle bir durumdan çocuk şu çıkarımları yapabiliyor: “Ben hiçbir şeye değer değilim” veya “Benim vücudum hiç değerli değil”.
Peki ya sonra?
Ve çocuk bu düşünceleri çok derin bir şekilde yetişkinlikteki ilişkilerine taşıyor. Kendimizi yeterince sevmezsek bu kendini gerçekleştiren kehanete dönüşüyor, sevilmeye değer olmadığımızı hissedeceğimiz ilişkilere ve bize bunu yaşatacak karşı cinsten insanlara çekiliyoruz. Daha rahat, daha neşeli, yaratıcılığımızla kendimizi ifade edebileceğimiz ve bizi besleyebilecek huzur ve tatmin dolu derin bir hayat yerine tekrarlayan sıkıntılar yaşıyoruz. İçimizdeki boşluğu dışarıdan doldurmaya çalışıyoruz ve bu çoğu zaman hayal kırıklıkları ve acıyla sonuçlanıyor. Ve o kadar, o kadar aç kalmış oluyoruz ki küçücük bir sevgi kırıntısı için kendimizden binlerce ödün verebiliyoruz. Varlığımızdan vazgeçiyoruz; o eşsiz biricik, bir daha gelmeyecek varlığımızdan, bize verilen en büyük hediyeden. Pek çok insan biliyoruz hayatının son günü bununla ilgili pişmanlıklardan bahseden… Facebook’ta bile pek çok yazı, özlü söz dolaşıyor bunu hatırlatan. Ama kaçımız buna sahip çıkabiliyoruz, şüphe ediyorum şahsen..
Hepimizin içinde gerilemiş bir çocuk var
“Çocukluğumuzdan beri o kadar çok yaralanıyor, ihanetler, hayal kırıklıkları yaşıyoruz ve çocuk için bu o kadar zor ki yaşamamış gibi yapmayı tercih ediyoruz. Bunu hayatta kalmak için yapıyoruz ve iyi ki yapıyoruz, aksi takdirde dayanamayız. Ancak gün geliyor, yetişkin oluyoruz ve savaş bitiyor. ‘Underground’ filmindeki geçici olarak yerin altında olan insanlara savaş bittiği halde hala devam ettiği düşündürülüyordu. Bizim hayatımızda da yetişkin oluyoruz, savaş bitiyor ancak hala hayatta kalma mekanizması ile yaşamaya devam ediyoruz. Travma anında ruh bölünüyor. Daha bilge olan parçamız büyümeye devam ediyor, diğer parçamız ise o yaşta takılıp kalıyor. Bir de maskeler ve taktikler üretiyoruz travma ile birlikte… Örneğin annesi-babası ayrılan bir kız çocuğu erkeklere hep bir kalkanla yaklaşıyor ya da erkeklerle ilişkilerini hep manipüle ediyor ancak asla tam yakınlık kuramıyor. Oysa içindeki yaralı çocuğu görüp onun acısını sevgi ile sarabilirse iyileşiyor.”
Sevmek öğrenilebilir ve öğretilebilir bir duygu mu? Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Öğretmek benim için yine de iddialı bir kelime. Hayat bana tevazuyu öğretti ama kişinin kendini anlaması ve tanıması için alan açılıp desteklenirse bu bireysel olarak varılması mümkün bir nokta diyebilirim. Bizim dinimiz, “Allah size şahdamarınız kadar yakındır” der. Ben bu tanımı çok güzel buluyorum. Hepimizin içinde bizim öz, esas dediğimiz o muhteşem merkez var. Doğal bir şekilde yaşam doluluğumuz, neşemiz, akışkanlığımız, yaratıcılığımız, sevgi ve kabul doluluğumuz var. Huzur ve sessizliğin olduğu nokta, sonsuz ve yumuşacık, bu çalışma oraya yolculuğu amaçlıyor. Yaptığım çalışmalar, daha çok kişinin içinde neler olduğunu birlikte araştırmaya yönelik çünkü dış dünyada yaşananlar sadece bunların yansıması… İçimizdeki çocuk (bebekken, çocukken, ergenken) yaşadığı deneyimlerde neler hissetti, hayata ve kendine dair ne tip inanışlar oluşturdu ve hangi korunma mekanizmaları geliştirdi gibi yolculukları içimizdeki yetişkinin farkındalığı ile yapıyoruz. Bunun dışında yaşam enerjimize gelmekle ilgili pek çok çalışma yapıyorum. Yeniden bedenle bağlantı kurmak için, hatta bioenerjetik egzersizlerle, bedendeki hatıralarla (yaşadığımız her tür duyguyu bedenimiz depoluyor ve saklıyor) çalışıyoruz. Bedenimizi, varlığımızı yeniden toprakla bağlantıya geçirecek nefes, dans, egzersiz ve rehberli meditasyon içeren çalışmalar yapıyorum. Çalışmamın önemli bir bölümü de kişinin kendisini destekleyen kaynaklarla (doğuştan gelen ya da geliştirdiği yetenekler) yeniden ve daha güçlenerek bağlantı kurması için zemin oluşturmak…
Learning Love Institute’un kurucuları Amana ve Krishnananda kendi birlikteliklerinde yaşadıkları deneyimlerden de yararlanıyorlar.
Sevgi ile ilgili en sık düştüğümüz hatalar neler oluyor?
Yetişkin bir birey olarak biriyle ilişkiye girdiğimizde içimizde çocukken oluşan boşluğun ilişkiye girdiğimiz kişi tarafından doldurulmasına dair beklentilerimiz en temel hatalardan biri bence. Aslında hata değil, farkındalığımızın az olmasının kaçınılmaz bir sonucu. Bu konuda yeterince farkındalığımız olmadığında tüm varoluşun ve insanların nasıl olması ve olmaması gerektiğiyle ilgili beklenti ve inançlar inşa ediyoruz ve bu beklentiler karşılanmadığında (ki karşılanmayacağı kesindir) güvensiz hale geliyor, öfke ve içerleme yaşıyoruz, sonra kendimizi geri çekiyoruz. Bir de çoğunlukla arzumuz diğerlerinin bizi sevmesi oluyor. Sanki o zaman her şey çözülecek…Oysa ben kendimi sevmezken, başkasının beni sevmesini nasıl bekleyebilirim ki? Hatta hayatta hangi konuda neyi isterim, benim gerçeğim nedir, nelerden keyif alırım, yaratıcılığım, coşkum nerede ortaya çıkabilir, beni neler besler bilmezken bu nasıl mümkün olabilir ki? Hele biz kadınlar, “Eşimin, sevgilimin beni mutlu etmesini, ilgilenmesini istiyorum” diyoruz ama bunu biraz açmamız istendiğinde çoğu zaman “Bilmem, beni seviyorsa bulsun işte mutlu etmenin yolunu” cevabını veriyoruz. Çünkü o yolu henüz kendimiz de bilmiyoruz.
İçimizdeki gerilemiş çocuğu ve verdiği mesajları nasıl fark edebiliriz?
Travma anında o yaşta bir parçamız tıkalı kalıyor ve içimizde küçük bir çocuk duruyor. Benim içimde de bir küçük Dilek var. Ve küçük Dilek’in çeşitli yaşlarda yaşadığı travmalar var. Gerilemiş çocuğun kendini nasıl gösterdiğini merak ediyorsunuz. Çocukla yetişkin arasındaki farkı gösterebilmek için şöyle bir örnek verelim: Mesela fark ediyorum ki erkek arkadaşım çok meşgul, benimle yeterince zaman geçirmiyor ve gerilemiş çocuğum ortaya çıkıyor ki zaten onu yeterince sarmadığımız için her an ortaya çıkmaya hazır. Krishnananda gerilemiş çocuğun en ufak durumda tepemize çıktığını söyler. (Dilek Yıldız bu sırada yanındaki yastığı kafasının üzerine koyarak bir çocuğun tepemize çıktığını görselleştiriyor. O çocuğun ne kadar etkili olduğunu anlamak böylece daha kolay oluyor.) Gerilemiş çocuk kendimizi güvensiz hissettiğimizde, biri bizi görmediğinde, kendimizi riske giriyor hissettiğimizde tepemize çıkıp kontrolü eline alıyor. Buna ego diyebilirsiniz. Bazı gurular farklı da adlandırabiliyor ama bu aslında gerilemiş çocuk. Aslında bu çocuk kötü falan değil. Sadece her çocuk gibi korkmuş ve tepkisel… Bu çocuk hemen kendini terk edilmiş hissedebiliyor. Çünkü hepimizin çocukken fiziksel olmasa bile bizim için orada olunmadığını hissettiğimiz, terk edildiğimiz bir an var. O zaman çocuk ne yapıyor? Karşı tarafı suçlamaya başlıyor, “Sen hep meşgulsün zaten” diye. Suçlayıcı olan, yargılayıcı olan, eleştirel olan ya da tam tersi içe çekilen ve uzaklaşan hep gerilemiş çocuğumuz oluyor. Ve bu çocuğun tarafımızdan görülmeye çok ihtiyacı var. Önce çocuğu saracağız, erkekten ilgi alamıyorsak onun için bizim ne yapabileceğimizi keşfedeceğiz. Biraz rahatladıktan sonra erkeğe belki yetişkin yanımızdan seslenebiliriz, “Seninle daha fazla zaman geçirmek isterdim, ne dersin? Mesela bu akşam benimle yemeğe çıkmak ister misin?” diye… Yani çocuğumuzu sardıkça o rahatlıyor ve o zaman yetişkin alandan hareket etmemiz kolaylaşıyor.
Kendimizi ve başkalarını sevmenin önündeki engelleri fark etmenin yolları nedir?
Herkesin kendi yolculuğu ve süreci farklı… Tıpkı özünde getirdiği değerlerin ve deneyimlerin farklı olması gibi… Ancak temel yol farkındalıktan geçiyor. Öncelikle hayatımızda tekrarlayan ilişki kalıplarını fark edebiliriz. Mesela hep taciz edildiğim ilişkiler mi seçiyorum ya da evli ya da benim için derin bir ilişki için gerçekten orada olamayacak birine mi çekiliyorum? Ya da derinleşmemek için hep ilişki, eş mi değiştiriyorum? Hayata ve ilişkilere dair “Hayat güvensiz bir yerdir”, “Sadece çok çalışırsam başarılı olurum” gibi korunma mekanizmalarını mı kullanıyorum? Kendimi hep meşgul tutmak, hep başkalarına yardım etmeye çalışmak, kontrolcü olmak gibi mekanizmalarım, güçlü görünmek için maskelerim mi var? Diğer bir nokta; ne zaman içimizdeki, sorumluluk alan, hem kendini hem diğerini de görüp hisseden, sınır koymayı bilen, başkasından bir ricada bulunduğunda ondan hayır cevabı almayı da tolere edebilen sağlıklı yetişkinden hareket edebiliyoruz fark edebiliriz. Ya da ne zaman içimizdeki güvensiz, kontrolcü, narsisist, aceleci, yargılayıcı, çatışmacı, karşı tarafın farklı biri olabileceğini tolere edemeyen yaralı çocuktan hareket ediyoruz, bunun farkına varabiliriz. Kendimizi böyle gözlemlemeye ve araştırmaya başlayabiliriz.
Bu yönde çalışmalar hangi basamaklardan oluşuyor?
Genel olarak danışanın da durumuna göre kişinin kendisini besleyen kaynaklarını açığa çıkarıp desteklemek, bedenle yeniden bağlantı kurmak, gücümüzü geri alabilmek ya da güç sandığımız korunma mekanizmalarından çıkıp kırılgan, şefkatli, sevgi dolu ve küçük esnemelerle risk almak için cesaret oluşturmayı desteklemek, içimizdeki çocuğun yaralarını görüp onu sevgiyle kabul etmek ve yaralarını sanki ona yeniden annelik-babalık yapar gibi sarmak, çocuğumuzun neye ihtiyacı olduğunu, kendi eşsizliğini keşfetmek, ilişki içinde bulunduğumuz eşimiz ya da yakın diyebileceğimiz insanlarla yetişkin alanımızdan ve hiçbir şekilde şiddet (enerjetik ya da fiziksel) içermeden nasıl iletişim kuracağımızı deneyimlemek olarak sıralayabiliriz. Dediğim gibi yine de kişisel bir yolculuk bu… Kişinin kendi yolculuğunda şu anda nerede olduğuyla da çok ilgili…Belli bir kalıp yok. Yaşayan bir şey ve çalışmamın beni en çok heyecanlandıran yanı da bu.
Fark ettiklerimizi değiştirmek kolay mı? Tamamen iyileşebilir miyiz?
Eğer farkındalık gerçekten ve derinden olursa ve fark ettiğimiz şeyi yargılamadan sevgiyle kabul edebilirsek transformasyonun en güçlü şekli oluşuyor. Ben danışanlarımla çalışırken özellikle vurguluyorum; benim çalışmalarım hedef odaklı değil, var olanı tüm gerçekliğiyle, sevgi ve kabul noktasından başlıyor. Kendimi açtığımda değişim kendiliğinden geliyor ve o zaman dönüşüm kalıcı, eforsuz ve derin oluyor.
Krishnananda ve Amana’nın “İlişki Sanatı” adlı kitaplarında her bölüm Mevlana’dan bir dize ile başlıyor. Bunun hikayesini biliyor musunuz?
Bu sorunuzun onlar için başka özel bir cevabı var mı bilmiyorum. Yarın İtalya’ya onların yanına gidiyorum ve sizin için sorarım. Ama ben bu soruyu özel olarak sevdim ve sorduğunuz için teşekkür ederim. Benim hissimi sorarsanız Türkiye çok zengin bir coğrafya ve kültür. Mevlana ya da yabancıların daha çok bildiği haliyle Rumi ise bunun en önemli değerlerinden biri. Bence ruhaniliğin en güçlü, en derin yansımalarından biri dünyada. Benim de gönül verdiğim, semayı sevdiğim, kalbimi titreten, aklımı eriten bir aşk bu. Şiirlerinden, aşka, ruha yaklaşımından etkilenmemek mümkün değil. Mesela benim çok sevdiğim bir sözü belki bizim enstitüyle bağı daha çok anlatabilir size. Der ki; senin görevin aşkı aramak değil, aşkın önündeki engelleri aramaktır.
Güneş ve toprak özlemi ile mesleğini değiştirdi
Devani Dilek Yıldız, gençlik hatta çocukluk yıllarından beri psikolojiye ve insan doğasını, varoluşu anlamaya olan merakına ve çalışmalarına rağmen, daha çok para kazanması gerektiği ve çevresindeki başarı kavramlarına uygun olsun diye elektronik mühendisliği okuduğunu anlatıyor. Ardından organizasyon ve işletme politikasında yüksek lisans yapan Yıldız, bir yandan master yapıp bir yandan çalışırken böyle bir hayatın içinde güneşi ve toprağı pek göremeyeceğini fark ediyor ve mesleğini bırakıp pedagojik formasyonları tamamlıyor. Çocuklara olan sevgisini izleyerek, bahçeli ve çok güneşli bir anaokulu açmaya karar veriyor. Tüm bu süreçte çocukluğunda ya da ilk evliliğinde yaşadığı acıların, hayal kırıklıklarının sebeplerini anlamak ve daha çok da kendini tanımak için onlarca profesyonel eğitimden geçiyor. Bu arada psikodrama, yoga hocalık eğitimi, teta healing eğitimi, reiki advance, I ching hocalığı, çeşitli enerji ve bilinçaltı çalışmaları yapan Dilek Yıldız, yaklaşık sekiz yıl önce tüm bunları bırakmasına sebep olan Sevgiyi Öğrenme Enstitüsü’ndeki hocaları ve yine dünyanın en iyi psikologlarından biri olan Svagito Liebermaster’la tanışıyor, elinde bavulu dünyaca ünlü birçok ekol hocanın peşinden dolaşıyor. Sevgiyi Öğrenme Enstitüsü’nün Türkiye’deki tek yetkili terapisti ve eğitmeni olarak çalışan Yıldız’ın anaokulu da 15 yıldır eğitim vermeye devam ediyor.
Pozitif Dergisi 2013/02